İran ve Suudi Arabistan’ın kimlik siyaseti üzerinden yürüttüğü vekâlet savaşı derinleştikçe Müslüman coğrafya dipsiz bir kuyuya gömülüyor. Karşılıklı düelloda İran 6 farklı ülkede 200 bin savaşçıyı sahaya sürerken Suudi Arabistan ise değeri trilyon doları aşan dev halka arz ile meydan okuyor…
Çetiner Çetin / Sinem Köseoğlu
Suudi Arabistan’ın içinde Şii din adamı Şeyh Muhammed el-Nimr’in de bulunduğu 47 kişiyi 2 Ocak 2016’da idam etmesi uluslararası kamuoyunda büyük tepki ile karşılandı. İran yetkililerinin bir kısmı oldukça sert açıklamalar yaparken protestocular Tahran’daki Suudi büyükelçiliğini ve Meşhed’deki Suudi konsolosluğunu ateşe verdi. İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani görece sağduyulu
açıklamalar yaptı ve olayın faillerinin bulunacağını söyledi. 24 Ocak Pazar günü ise diplomatik misyonlara düzenlenen bu saldırılarla ilgili 100 kişi İran İçişleri Bakanlığı tarafından gözaltına alındı. Türkiye soğukkanlıydı, konuyu Suudi Arabistan’ın bir iç meselesi olarak gördüğünü söyledi. Dünya, Suudi Arabistan ve İran’ın yaka paça savaşa gireceği konusunda neredeyse hemfikirdi.
Suudi Arabistan ile İran arasındaki bu savaşı sadece medya önünde yapılan mezhepçi tartışmalar çerçevesinde anlamak, anlatmak maalesef işin özünü açıklamıyor. İşin arkasında hangi ekonomik çıkar çatışmaları var sorusuna da net bir ‘evet’ cevabı verilemiyor. Ancak söz konusu vekalet savaşının sürdürülebilirliği ya da sonlanması iki ülkenin ekonomik direncine ve önümüzdeki günlerde bölgede siyasi pozisyona göre şekillenecek gibi gözüküyor. Mezhepçi tartışmaların, kimlik siyasetinin ötesine geçebilmek için biraz derinlere inmek, kolektif hafızayı zorlamak gerekiyor. Peki, bu bölgede ortak çıkar belirleyip ona göre hareket eden, 1991’de, Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal ettiğinde savunma ve işbirliği anlaşması yapmış olan bu iki ülke, ne oldu da birden savaş moduna geçti, bu hale nasıl geldiler? Bu noktada 3 ana parametre devreye giriyor: Irak savaşı ile birlikte Saddam Hüseyin yönetiminin devrilmesi, 2015’te Suudi Arabistan’da Kral Selman’ın iktidara gelmesi, Türk cumhuriyetlerinin dağılmasından sonra ABD, AB ve Türkiye’nin burada güç dengelerini ele geçirme çabası karşısında Rusya’nın İran ile başlattığı doğuya yönelik güç ittifakı ve Rusya’nın İran’ı Türki Cumhuriyetlere, İran’ın da Rusya’yı Ortadoğu’ya çekme süreci.
DÜŞMANIMIN DÜŞMANI
DOSTUMDUR
2003’te Irak’ta Baas yönetiminin devrilmesi ile beraber o güne kadar İran ve Suudi Arabistan’ın ortak düşman ve tehdidi olan Saddam Hüseyin ortadan kalkmış oldu. Bununla beraber bölgede bir güç boşluğu oluştu. Düşmanınım düşmanı dostumdur ilkesi ile tarihte pek de yan yana gelmeyecek olan oyuncular ortak çıkar ve güvenlik etrafında bir araya geldi. Buna paralel olarak güç boşluğunu avantaja çevirip nüfuzlarını artırmaya çalışan iki ülke Irak’ta karşı karşıya geldi. Öyle ki ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra sahayı İran’a bırakınca, Suudi Arabistan eski Kralı Abdullah bin Abdülaziz el-Suud, 2004’te ABD’yi Irak’ı altın tepside İran’a hediye etmekle suçladı. ABD’nin Irak’ı işgalinin Müslüman coğrafyada açtığı yaralar sarılmaya devam ederken İran da antisemitist, anti Amerikancı söylemlerinin dozunu artırdı. Bununla birlikte İslam ve Arap coğrafyasında İran’a karşı güçlü bir sempati oluşmaya başladı. Bu söylemler üzerinden mağduru oynayan İran elbette en güçlü olduğu alanlardan biri olan propagandayı, yani basını oldukça efektif kullandı. Bağdat’taki nüfuzunu artırmakla kalmadı daha da genişletti. Öyle ki Kral Abdullah bundan şikayetçi olmaya ve Suudi Arabistan ise kendisini Şii baskısı ile köşeye sıkışmış hissetmeye başladı.
Devamı Derin Ekonomi Dergisi Şubat sayısında……