Merkezi İslam coğrafyası, en azından Arap Baharı’ndan bu yana siyasi konumlanışlar bakımından epey karmaşık bir tablo arz ediyordu. Bir meselede kanlı bıçaklı bir görüntü sergileyen aktörler, başka bir meselede aynı cepheye düşebiliyor, masa üstünden el sıkışan taraflar, masa altından birbirini tekmeleyebiliyordu.
Son günlerde yaşanan gelişmeler, bu karmaşık tablonun artık geride kaldığına işaret ediyor.
Her şey, ABD Başkanı Donald Trump’ın seçildikten kısa süre sonra Körfez’e yaptığı gezi ve bu gezide Suudi Kralı Selman Bin Abdülaziz ve Mısır Lideri Sisi ile küre başında verdiği ikonik pozla başladı denebilir. Bu ziyaretin hemen ardından gelen Katar ambargosu, meselenin ne olduğunu açıkça ortaya koyuyordu: Hedef İran’ın bölgede gittikçe genişleyen hakimiyeti ve müttefikleri idi.
İran’ın artan bölgesel gücünden rahatsız olan pek çok bölgesel ve uluslararası aktör var. Suudi Arabistan, bu yükselişi, varoluşunun temellerine yönelik büyük bir tehdit olarak görüyor. İsrail’in bakış açısı da, farklı saiklerle de olsa, bundan farklı değil. Obama döneminden farklı bir Ortadoğu politikası izleyeceğini açıkça ortaya koyan, İran’ı yeniden düşman saflarına iten ABD de, Suudi Arabistan ve İsrail’in içinde yer aldığı cepheye yakın duruyor.
Yaşanan stratejik ayrışmanın en belirgin tezahürlerine Suudi Arabistan’da ve bizzat kraliyet ailesi içindeki saray mücadelelerinde şahit olduk. Yakın zamanda yapılan veraset sistemi hamlesi ile veliaht kral konumuna yükselen Muhammed Bin Selman, olayların merkezindeki yüz olarak dikkat çekiyor. Suudi prenslerine yönelik operasyonun, ılımlı İslam söylemlerinin, İsrail devletini meşru müttefik olarak konumlandırmaya yönelik dini liderlerden gelen açıklamaların arka planında hep onun adı anılıyor.
Nihai hedef, İsrail ve ABD’nin de içinde yer aldığı bir cephe içinde, Arap gücünü, İran’ın artan bölge iktidarının karşısına dikmek.
Eldeki doneler çerçevesinde tabloya bakıldığında sıcak savaş bile ciddi bir ihtimal olarak ortada duruyor ancak şu kesin: Yakın coğrafyamızda gri alanlara artık pek yer kalmadı. Siyahlar ve beyazlar ayrışıyor!
KAVŞAKTAKİ ÜLKE SUUDi ARABiSTAN
Kurulduğu günden bu yana çeşitli yüzleşmelerle ve restlerle sınanan Suudi Arabistan, şu anda tarihinin en kırılgan ve en riskli dönemini yaşıyor. Petrolün geleceğiyle ilgili tartışmaların yanında coğrafyada yükselen İran gücü, bölgesel hadiselerde Mısır’la girişilen rekabette zayıf düşülmesi ve komşularda yükselen farklı dinamikler, Suudilerin ülke içinde ve dışında kabiliyet sahasını sınırlıyor. Böyle bir dönemde, tecrübesizliği ve sabırsızlığıyla dikkat çeken heyecanlı bir prensin direksiyona oturması, kelimenin tam anlamıyla kavşakta bulunan Suudi Arabistan’ın geleceğine dair ciddi soru işaretleri doğuruyor.
Taha Kılınç
Suudi Arabistan’ın kurucu kralı Abdulaziz bin Suûd, 9 Kasım 1953 günü oğlu Prens Faysal’ın Tâif’teki sarayında öldüğünde geride 36 oğul bırakmıştı. 1932’de bağımsızlığını kazanarak uluslararası arenaya çıkan Suudi Arabistan’da oluşturulan siyasal sistem, Kral Abdulaziz’in oğullarının sırasıyla tahta çıkmasını öngörüyordu. Taht sıralaması ise yaşa göre belirlenecek, böylece
gelecekte yaşanabilecek kavga ve çatışmaların da önüne geçilmiş olacaktı. Ülke, yönetimi elinde bulunduran Suûd ailesiyle geleneksel olarak din adamları yetiştiren Âl-i Şeyh ailesi arasındaki
geniş tabanlı bir koalisyon sayesinde kurulabilmişti. Ülkenin kurucu ideolojisi durumundaki ‘Vehhâbîlik’, Muhammed bin Abdulvehhab’ın öğretilerinin siyaset kurumuna meşruiyet sağlamasına
yarıyordu. İbn Abdulvehhab’ın soyundan gelenleri temsil eden Âl-i Şeyh ailesi ve müttefikleri, siyasal erkin karşısında dini bir otorite olarak duruyor, böylece halk nazarında Suûdi yönetimi de güç ve destek buluyordu.
Babasının ölümüyle tahta oturan en büyük oğul Suûd, kısa süre içinde müsrif tavırlarıyla sadece halkta değil, kraliyet ailesi içinde de büyük tepki toplamaya başladı. Coğrafyadaki diğer bütün ülkelerden daha geç bir tarihte, 1938’de petrole kavuşan Suudi Arabistan, 1950’lerin ilk yarısında hâlâ altyapısı eksik, vatandaşlarının refahını sağlayamamış, ulaşım ve iletişim noktasında yolun başında bir ülkeydi. Muazzam yatırımlar isteyen tüm bu alanlar dururken, Kral Suûd’un petrol parasını kişisel saraylar inşa ettirmeye harcaması, kendisine karşı öfke doğurdu. Veliaht prens olan kardeşi Faysal’la Kral Suûd arasındaki çatışma da bu sebeple başladı. Hem veliaht prens hem başbakan hem de dışişleri bakanı olarak görev yapan Faysal, iki kez görevlerinden istifa ettiyse de, ikisinde de ulema konseyinin baskısıyla yeniden iş başına dönmek zorunda kaldı. Kral Suûd’un başına buyruk tavrı ülke içinde işlerin tümüyle kilitlenmesine yol açınca, 2 Kasım 1964’te
kraliyet ailesinin ve ulema konseyinin ortak kararıyla Suûd azledilerek, yerine Faysal geçirildi.
SARAYDA SUİKAST
Suudi Arabistan’ı modernleştiren ve gerçek anlamda bir devlete dönüştüren kişi Kral Faysal’dır. Ülkenin sıfırdan imarı, altyapısının ve ulaşım ağlarının tamamlanması, dünyayla iletişiminin sağlanması, üniversite ve diğer eğitim kurumları yoluyla okur-yazarlık oranının ciddi şekilde artırılması vb. tamamen onun eseridir. Faysal, ulema sınıfına saygısını muhafaza etmekle birlikte, ülke içinde eğitimli bir elitin de yetişmesini sağlayarak, dini ve sosyal konular arasındaki dengeyi tesis etmeye çalışmıştır. Ağabeyi Suûd gibi 11 yıl tahtta kalan Kral Faysal, 1973’teki Yom Kipur Savaşı’nda İsrail’i destekleyen ABD ve Batı ülkelerine karşı başlattığı petrol ambargosunun ardından, 25 Mart 1975 günü Riyad’daki sarayında yeğeni Faysal bin Musâid tarafından vurularak öldürüldü. Kral Faysal’ın öldürülmesine, petrolü uluslararası ilişkilerde bir silah olarak kullanmasının ve İsrail’e karşı açıktan tavır almasının neden olduğu, İslâm dünyasında yaygın bir kanaattir.
HASTA KRAL
Sadece Suudi Arabistan’ı değil bütün Ortadoğu ülkelerini şoka sürükleyen Kral Faysal suikastının ardından, Abdulaziz’in bir diğer oğlu Hâlid tahta çıktı. Kral Hâlid, kendisinden önceki ve sonraki kardeşlerinin aksine, sürekli hasta olduğu için aktif şekilde yönetimde bulunamayan bir isimdi. Ancak ironik bir şekilde, Suudi Arabistan’ın ve bölgenin en sarsıcı olayları da onun 1975-1982 yılları arasındaki kısa iktidarı döneminde gerçekleşti: Lübnan’da iç savaşın patlak vermesi (1975-90), Enver Sedat’ın Kudüs ziyareti ve ardından Mısır-İsrail barışı (1977-79), İran’da Şah’ın devrilmesi ve İslâm Devrimi dönemi (1979), Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali (1979), Kâbe’nin bir grup tarafından basılması ve iki haftalık kuşatma (1979), Türkiye’de askeri darbe (1980), Kudüs’ün İsrail tarafından ebedî başkent ilan edilmesi (1980), Enver Sedat suikastı (1981), İsrail’in Beyrut’u kuşatması (1982)… Ülkede ve bölgede tüm bunlar gerçekleşirken, Kral Hâlid sürekli tedavi altındaydı
ve yetkileri kendisi adına Veliaht Prens Fahd tarafından kullanılıyordu. Kral Hâlid’in 13 Haziran 1982’de geçirdiği kalp krizinin ardından ölümüyle, zaten pratikte kral gibi davranan kardeşi Fahd, ülkenin dümenine geçti.
Devamı Derin Ekonomi Dergisi Aralık 2017 sayısında….