Ulusların neden kendi aralarında ticaret yapmaları gerektiğinin ve bunun herkes için nasıl faydalı olabileceğinin mantıklı gerekçesini sunan, İngiliz iktisatçı David Ricardo’nun karşılaştırmalı üstünlük teorisiydi. Ticaretteki istikrarlı büyüme, ülkeler arasındaki ekonomik entegrasyonun artmasına ve bunun sonucunda da küreselleşmeye yol açtı. 1945’ten itibaren, İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarda, mal, hizmet ve sermayenin sınır ötesi hareketinde kapsamlı bir büyüme görüldü.
Sonraki yıllarda devam eden bu barış ortamı eğilimi, 1980’lerde Çin’in ve eski Sovyet bloğu uluslarının küresel ticaret sistemine entegre olmasıyla büyük bir ivme kazandı. Akabinde Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) kurulması, bir kurallar ve normlar çerçevesi oluşturarak küreselleşme sürecinin ilerlemesine katkı sağladı. Her ne kadar gelgitler olsa da, bu durum dünya toplumlarına tartışmasız birçok fayda sağladı. Öyle ki küreselleşme, fakir ülkelerin ihracata yönelik büyüme yoluyla bu ivmeyi yakalamalarını ve ilerlemelerini sağladı. Sonuç olarak, en az bir milyar insanın yoksulluktan kurtulduğu tahmin ediliyor. Üretim, ölçek ekonomileri ve maliyet verimliliği alanında gittikçe daha fazla uzmanlaştıkça uluslar birbirleriyle entegre oldu. Çıktı verimliliklerinin ürün maliyetlerini düşürüp fiyat uygunluğunu artırmasından en yoksul kesimler fayda sağladı. Ayrıca, imalat ve hizmetlerin yüksek maliyetli ülkelerden düşük maliyetli ülkelere kaydırılmasının rekabet edebilirlik için gerekli hale gelmesinden de gelişmekte olan ülkelerdeki vasıflı ve yarı vasıflı işgücü faydalandı. Böylece Çin, dünyanın fabrikası, Hindistan ise destek sistemlerinin sağlayıcısı haline geldi. Küreselleşmenin böylesi bariz faydalarına rağmen, yakın tarihli bir IMF politika belgesi, artan hoşnutsuzluğa ve ters yönde bir süreci başlatan işlevsiz politikalara işaret ediyor. Belgeye göre kırılma noktası, 2009’dan itibaren yaşanan küresel ekonomik kriz sonrası dönemdi.
Devamı Z Raporu Mart 2023 sayısında…