“Coğrafyanız kaderinizdir” cümlesinden hepimiz çok sıkıldık. Ancak beğenelim ya da beğenmeyelim, yaşadığımız her gün ve her kriz bu cümleyi doğruluyor. 23 Haziran’da gerçekleşen referandum sonrası sandıktan çıkan İngiltere’nin AB’den çıkış yani Brexit kararı bunun bir örneği Brexit, çıktıları bakımından neredeyse tamamen jeopolitik. Öte taraftan Haziran’a damgasını vuran Türkiye-İsrail normalleşmesi ise bir jeopolitik zorunluluk. Hem sizin iç siyasetinizi, hem güvenliğinizi, hem de Akdeniz’deki enerji satrancı açısından ekonominizi doğrudan ilgilendiriyor. Aldığınız ve verdiğiniz bir ilişkiler silsilesi, karşılıklı…
Bir dostum, “devlet ilişkilerinde her şeyi içinde bulunduğu tarih ve konjonktür çerçevesinde değerlendirmeli” der her zaman. Ben buna iktisadi ilişkileri de dâhil ediyorum. Zira fayda maliyet analiziniz de zaman ve konjonktüre göre değişkendir. Bu nedenle özellikle bazı “alışverişlerle” karşılıklı bağımlılık ekseni de sisteme entegre edilerek devletler arasındaki ilişkilerin bir ayağının yere basmasına gayret edilir ki, savrulma olmasın. İsrail’in Filistin meselesindeki adil olmayan tutumunu başka bir yazı konusu yapacak olursak, Türkiye-İsrail ilişkisi sevilsin ya da sevilmesin, zoraki jeopolitik bir evlilik gerçeği karşımızda. Rusya ile olan ilişkimiz ne kadar ekonomik temelli bir karşılıklı bağımlı ilişkisiyse, İsrail’le olan da güvenlik temelli muadil bir ilişki. Maalesef Mısır’la olan ilişkimiz de ülke Afrika’ya kapıyı açan önemli bir anahtar olduğu için hem siyasi hem ekonomik. Ve yine maalesef enerji konusunda Rusya’nın, Arap dünyası içinde politik ve askeri ağırlık açısından da Mısır’ın lehine bir denge söz konusu.
Robert Keohane ve Joseph Nye’ın 1970’lerde ortaya attığı karşılıklı bağımlılık kuramı, çok sayıda kanalla sadece devletlerin değil, toplumların da birbirlerine bağımlı hale geldiğini, konular arasında bir hiyerarşinin olmadığını ve devletlerin birbirlerine askeri güç kullanımının azaldığını ortaya koyar. Bununla ekonomik çıkarları iç içe geçmiş olan devletlerin askeri gücü birbirlerine karşı kullanmalarının olanaksız hale geldiği ileri sürülmüyor elbette. Bunun yerine yine de askeri gücün nihai aşamada ekonomik güçten daha önemli olduğu vurgulanıyor. Karşılıklı bağımlılıkla aslında pazarlık kavramı kullanılarak realizmle liberalizmi bütünleştirmeye çalışan bir model ortaya koyulmaya çalışılmıştır ki, bu model içinde devlet dışı aktörlere yani sivil toplum kuruluşlarına (STK) büyük önem atfediyor.
Öte taraftan Türkiye’ye de ilham kaynağı olmuş olan Richard Rosecrance’ın 1986’da yazmış olduğu “Tüccar Devletin Yükselişi: The Rise of Trading State” isimli kitapta da yer aldığı gibi ticaret yapan ülkeler, militerpolitik ve kara devletlerinin aksine fonksiyonel bağlamda farklılaşmayı kabul ederek eşit statülerde diğer devletlerle karşılıklı bağımlılıklarını sürdürürler. Ticaret yapan devletlerin amacı ulusal kalkınma ve ticaretle ulusal refahı artırmak ve kaynakların yeniden tahsisini sağlamak şeklinde açıklanıyor.
Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik açmazı sorgularken insan şunu sormadan edemiyor: Biz buraya kadar her şeyi kitabına göre yapmışız. O zaman neden açmazdayız, neden sıkıştık? Oysa karşılıklı bağımlılık ve tüccar devlet anlayışı ta Özal döneminden bu yana Türkiye’nin ekonomi ve politik anlayışının içinde yer almıştı!
Kısaca, şöyle bir fark var: Bu anlayış 2006 sonrasında Türkiye’nin politikalarının bir tamamlayıcısı olmaktan çıktı, bizzat merkezine çekildi. Hassas-kırılgan bir mahya üzerine nasıl ki çatı kurulamazsa bizim mahya da bu çatıyı taşıyamadı. Yanlış bir yaklaşım mıydı? Elbette ki hayır, ancak merkezden ya biraz daha sola, ya da biraz sağa kaydırmak gerekiyordu. Zira salt ekonomik ilişkilerimizin iyi, hatta bizim lehimize olması aradaki siyasi krizlerin çıkma ihtimalini sıfıra indirmiyor. Çünkü devlet dışı aktörlerle çalışabilmek beraberinde güçlü bir sistem yaklaşımını gerektiriyor.
Öte yandan yukarıda bahsettiğimiz yaklaşımın ön plana çıkardığı devlet dışı aktörlerin de merkeze oturtulması yine mahya örneği ile açıklanabilir. Mavi Marmara örneğine bakalım. Nasıl ki, Mavi Marmara olayının yaşanmasının ardından iki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler neredeyse donma noktasına geldiyse, benzer bir eğilimin ekonomide de olması beklenirdi. Buna rağmen, yukarda bahsettiğimiz jeopolitik zorunlu evlilik gerçeğiyle yüz yüze kaldık. Mavi Marmara’dan sonra 2010 yılında İsrail’den yaptığımız ithalat 298 milyon dolar seviyesinden 2011 yılında 1 milyar 360 milyon dolara çıkmış, 2015’e kadar da artışı sürdü. İsrail’e olan ihracatımızda ise kayda değer bir azalma gerçekleşmedi.
Her ne kadar Avrupa Birliği projesi büyük bir ideal olsa da 2007’de imzalanan Lizbon Antlaşması’nda yaşanan ulusal tartışmalar ve akabinde yaşanan finansal kriz üzerinde ortaya çıkan taban tabana zıt ulusal ekonomik yaklaşımlar dünyanın yeni bir dalga, neo-nasyonalizmle karşı karşıya geldiğini ortaya koydu. Bu nedenle ki her ülkeyle ilişkimiz, siyasi ve iktisadi temelli olarak, içinde bulunulan zamana ve konjonktüre göre hesaplanmalı, modellenmeli. Aksi takdirde iyi niyetle çıktığımız yollardan haklıyken haksız çıkarak ve zararla dönmek zorunda kalabiliriz.