Statükoyu güncelleme turu

Son günlerde yeni ABD Başkanı Donald Trump’ın, züccaciye dükkanına girmiş fil edasıyla Ortadoğu ve ardından Avrupa’da çıktığı siyasi turu izleyenler, büyük dönüşümler planlandığı, dünyanın beklenmedik gelişmelere gebe olduğu zehabına kapılabilir. Oysa durum tam tersi. Trump esasen, ABD’nin bölgemizde sürdürmek için on yıllardır büyük yatırımlar yaptığı statükoyu bir kez daha berkitmek üzere buralarda.
Yeni başkanın şimdiye kadar rastlanmamış, biraz da ‘tuhaf’ profili yanıltıcı olabilir belki ama biraz dikkatle baktığımızda durum daha iyi anlaşılıyor: Amerikan müesses nizamı için ayrıkotu olan aslında Obama, Trump değil. Obama, ABD’de bugüne kadar hiçbir başkanın yanaşmadığı, ‘ezber bozan’ ve Amerikan kamuoyunda ciddi tepkiler doğuran türden adımlar atan bir başkanlık performansı sergiledi. İç politikada Obamacare, dış politikada ise Küba ve İran’la kurulan yeni ilişkiler tam da böyle adımlardı.
Dış politikada atılan ‘sıradışı’ adımların an itibariyle bir yere varamamasının, Trump’la birlikte eski statükoya geri dönülmesinin esas nedeni ise, Obama politikalarını sürdürmeye daha meyyal bir profil sunan Hillary Clinton’ın seçilememesi değil, söz konusu politikaları Amerikan kurumları (müesses nizamı) ve kamuoyu gözünde makbul ve sindirilebilir kılacak fikri altyapı ve tarihsel derinlik yoksunluğudur. Bu politikaların arkasında uzun vadeli, hesaplanmış bir akıl yok; dünya değişiyor, bu düşmanlıkları sürdürmenin kimseye faydası yoktan daha derin bir gerekçe göremiyoruz. Tabii bunu bu tür açılımların doğurabileceği muhtemel sonuçlardan bağımsız olarak telaffuz etmek gerekiyor; çünkü bu adımlar hedeflemeseler bile beklenmedik ‘olumlu’ sonuçlar bile doğurabilirdi.
Trump tam da, bu açılımları saçma, gereksiz ve Amerikan çıkarlarına aykırı bulunan eski statükonun iddialarını seslendirerek iktidara yürüdü (aman dikkat, onların sözcüsüydü demiyorum). Amerikan müesses nizamının kimi kurumları, Trump’ı politik bir figür olarak kabullenmekte biraz zorluk çekseler de, böyle statükocu bir dış politikayı benimsemekte hiçbir sıkıntı çekmeyeceklerdir.
Trump, hem geniş kapsamlı askeri işbirliği anlaşmalarına imza atıp dünya medyasına bol bol sansasyonel malzeme sunduğu Suudi Arabistan ziyareti sırasında, hem de İsrailli yetkililerin tepkilerine rağmen Batı Şeria’da Ağlama Duvarını tek başına ziyaret ettiği İsrail/Filistin temasları sırasında, hedefe tek bir ülkeyi, İran’ı koydu ve sert açıklamalar yaptı.
Bunun Amerikan devleti için ne kadar özümsenmiş, benimsenmiş ve terk edilmesi zor bir pozisyon olduğunu daha iyi anlamak için, Amerikan dış politikasının en etkili fikri ve uygulamacı liderlerinden eski Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’ın Dünya Düzeni kitabının sayfalarına dönüp yeniden bakmak gerekiyor…
“Amerika’nın İran ve Suudi Arabistan’a karşı tutumu yalnızca bir güç dengesi hesabından ya da demokratikleşme meselesinden ibaret olamaz; hepsinden öte İslam’ın iki kanadı arasında bin yıldır süregiden dini bir mücadele bağlamında şekillenmelidir. ABD ve müttefikleri tutumlarını dikkatle ayarlamalıdır. Çünkü bölgede dizginlerinden boşanan baskılar, merkezde yer alan ve İslam’ın en kutsal yerlerini idare eden krallığın hassas ilişkiler ağını etkileyecektir. Suudi Arabistan’da yaşanacak bir kargaşanın dünya ekonomisi, Müslüman dünyanın geleceği ve dünya barışı üzerinde şiddetli yansımaları olacaktır.”
Bu kısa alıntıdan da açıkça görüldüğü üzere, Trump’ın sürdürmeye hevesli olduğu bölge politikası, Obama’nınkine göre çok daha sağlam fikri temellere dayanıyor ve ABD’nin on yıllardır yatırım yaptığı güç ilişkilerinden destek alıyor. Bu gerçeği dikkate aldığımızda, Trump’ın son gezisinin esasen bir statüko restorasyonu olduğunu tespit etmek gerekiyor.
Sonuçları ne olur, şimdiden kestirmek zor ama bölgede Obama öncesi düzene geri dönülüyor.

Dikkat çekenler...